29 Mayıs 2010 Cumartesi

frida kahlo (marksizm hastalıkları iyileştirecek)...

tutsaklık...



geçtiğimiz günlerde aldığımız bir haberle zindan delen balığımız yeniden o küçük ve duvardan örülü fanustan kurtulup tekrar okyanusa karışmıştır... hoşgeldin !


''şişedeki balıklar''

yağmuru beklemek...

üç kişi soluksuz bir yağmuru bekliyordu durakta
epey oldu yağmadı yağmur
aksi gibi tek bir bulut da yok havada durağa yakın
çaresiz yürüdüler çarşıya

derken bir gök gürültüsü bir şimşek
ayaklarının dibine düşerek şaşırtıverdi onları
inecek var dedi biri
usulca en aşağı...


''lepistes''

bir kadın karanlık...

çırılçıplak karanlık
dişlerini sökmüş
düşlerini dökmüş

bir kadın karanlık

bir kadın düğüm
yapayalnız karanlık
ama yapayalnız...
ve karanlık...
görebiliyor musun ?
ne demeli bu işe ?
orda bak
gözlerinin derininde
bir kadın var
çırılçıplak ve karanlık

gözlerinin içinde
görebiliyorum
karanlık ve çıplak
bana bakıyor...


''çamuka''

26 Mayıs 2010 Çarşamba

yazının gücü...

hiç uykum yok... hiç uyumak istemiyorum , neden ben de bilmiyorum . insanın evi gibisi var mıdır ki ? zannetmiyorum . beni sabahları babam uyandırıyor , ailemle kahvaltı yapıyorum . televizyon izliyorum ve ödevimi rahatça araştırma fırsatım oluyor . şimdi en sevdiğim şeyi yapıyorum . bir yandan müzik dinliyorum ; diğer yandan da yazımı yazıyorum . her insanın yazı yazması gerektiği düşünüyorum . düşünüyorum çünkü insanlar anlatamadıklarını ya çeşitli imgelerle , ya dolaylı yollardan ya da işaretlerle yeni bir şekilde anlatır ama yazıdaki gibi olmaz bu . eğer insanlar bir şeyleri yalnızca konuşarak yapsaydı ya da işaretlerle anlatsaydı , bugün hayranlık duyduğumuz şiirler , hikâyeler , romanlar olur muydu ?

yazıya aktarmamız belki de o sırada özel olduğumuzu hissetmek içindir . belki özel hissetmek için günlük tutarız .olayları birileri okuyacakmış gibi kurgularız . ve bir hikâye gibi yazmaya başlarız . anılarımız bir süre sonra birer hikâyeye dönüşüverir . o hikâyeyi farklı kılmak için de yaşadıklarımızı farklı aksettiririz . daha iyi gözlemleye koyuluruz ve farklı olan olayların üzerine yoğunlaşıp onu günlüğümüzde ''nasıl daha farklı anlatabilirim'' diye düşünürüz . ve onu kurgularken başka hayat hikâyeleri çıkar karşımıza .

başkalarının yaralarını ya da sevinçlerini yazarsınız . artık öyle bir alışmışsınızdır ki yazmaya ; yazdığınız her bir olayı günlüğünüze aktardığınızı bildiğiniz için yazdığınızı unutup yalnızca yaşar gibi yazmaya başlarsınız . artık sadece hikâye yazmaz ; aynı zamanda o hikâyenin oyuncusu olursunuz . gün gelir ve hikâyeyi oynadığınızı farkettiğinizde her bir senaryonun daha da önemli olması için kelimelerinize dikkat edersiniz , yaşamınıza dikkat edersiniz .

toplumdaki tüm kırılgan noktaları keşfedip , onlar hakkında düşünüp , kişilğinizi belirlemeye başlarsınız . ve böylece yazı sizin düşünmenizi sağlayıp ve sorgulayan bireyler olmanıza neden olur . işte yazının gücü bu olsa gerek...


''mola mola balığı''

23 Mayıs 2010 Pazar

süttozu...

...
cemal süreya'nın ''afyon garındaki'' adlı şiirinde süttozunun farklı bir kullanılışına tanık oluruz :

''ayfon garındaki küçük kızı anımsa , hani ,
trene binerken papuçlarını çıkarmıştı
varto depremini düşün , yardım olarak batı'dan
gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni

adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti ,
karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni ,
kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın
tanrım , gerçekten çocukluk günlerinizde mi ?...

eşiklere oturmuş bir dolu insan
keşke yalnız bunun için sevseydim seni ''

dersim sürgünü bir ailenin en küçük çocuğu olan cemal süreya kendisiyle yapılan bir söyleşide konserve fabrikasında işçi olarak çalışan bir arkadaşını anımsar :

''osman ağabey bir filmi anlatırken eski filmlerden aklında kalan bazı sahnelerden söz ederdi . böylece eski film de yenisine eklenirdi . birden elini dudağının ucuna götürüp ''geronimo'' derdi . belli ki geronimo , daha önce görmüş olduğu bir filmdeki kötü adamın adıdır . ayrıca biraz da korku filminden çıkıp gelmiş bir adam gibidir . ürpererek birbirimize bakardık : geronimo !...''

apacheler'in reisi olan geronimo'nun adını ben de ilk kez babamdan duymuştum . görmüş olduğu bir filmde ormanda gezinen kovboyun ağzındaki şarkıyı söylerdi :

''maymunların kralı
geronimo nerdesin
karnım ziller çalıyor
yesem seni nedersin?''

tam o sırada ağaçların arasından kızılderililerin çıktığını analatan babam , kovboyun düştüğü komik durumu gülümseyerek ve de hiç usanmadan defalarca taklit ederdi...

ilkokul sıralarında içtiğim süttozlarının ardındaki gerçeği arama çabamda bir kızılderili gibi iz sürdüm kitapların , dergilerin sayfaları arasında...

bir yaz akşamı , boğaz'ın ortasındaki kız kulesi'nin beyaz duvarında kızılderililerin vahşi olarak gösterildiği bir kovboy filmi izlediğinizi düşleyin . işte , o an , omuzunuza konan bir martı kulağınıza şunları söyleyecektir :

''kız kulesi'ne de bakıyorsun , kızılderililere de... ama gerçeği göremiyorsun... gel benimle''

gidip gitmemek sizin elinizde !


''sunay akın''
''kız kulesi'ndeki kızılderili'' adlı kitaptan

ölüm getirdim size bu trenlerle...

ölüm getirdim size bu trenlerle
siz adına yaşamak dediniz
oysa ben size ölüm getirdim
tüm diller yabancı bana
sustuğumda kendi dilimi tanıyorum ;
yalnız kaldığımda ise kendimi
şimdi bir müzik çalıyor
kendi dilinde anlatıyor kendini
oysa biz o kadar çok kelime uydurduk ki tarihte
ama yine de anlatamadık kendimizi


az önce geldim buraya
birdenbire ikiye yarıldı gün tam ortasından
bir çocuğu vurdular az önce kafasından
durduramadılar akan kanı
ölümü de
neredeyim ben
kim bu insan öldüren üniformalılar
az önce geldim buraya
nasıl bir fırtına esiyor
kapkara bir bulut gibi kaplamış her yanı insan çığlıkları
kandan bir karanlık çöktü güne
kim bu insan öldüren üniformalılar
hangi gezegendeyim

ölüm getirdim size bu vapurlarla
ne çok sevinmiştiniz karşınızda görünce
oysa ben ölüm getirdim size
gittiğim her kent yabancı bana
baktığım her göz kaçmak istediğim bir tanıdık
oturup denizin kıyısına
düşünmeye başladığımda anlıyorum ;
hayatın hiçbir anlam taşımadığını


''proleter balık''

işte mayıs...

işte mayıs
bize bunları getirdi
elleri kolları dolu
çiçek...
işte mayıs
duvarlarımızdan güneşi
hiç eksik etmedi
yalnızca duvarlaşmıştı
ruhlarımız da
yalnızca katılaşmıştı
gözyaşlarımız .


''mersin balığı''

yine bir şekilde çıktın karşıma...

hep eskilerde hatırlamak seni
hep eskilerle avunmak
eski bir kâğıt parçasında geçen ayları
sil baştan bir kez daha yaşamak...

bir kez daha sevmek seni
bir kez daha dokunmak tenine...
bir kez daha öpmek seni
bir kez daha donmak , kavurucu sıcakta...
ve sadece bir film şeridi kıvamında
görebilmek yaşanmışlıkları

gelebilmek yanına ,
dağ ve tepenin dümdüz olduğu anlarda
bakabilmek gözlerinin içine ,
gece ile gündüzün tam ortasında
gidebilmek uzağına ,
zamanın su ; havanın yağmurlu ,
toprağın yaş olduğu mucizevî aşklarda...
çok seviyorum seni
eski , yırtık bir bilet parçasının anlattıklarından çok...


''haydarpaşa-körfez (gidiş/dönüş)''
''paranoyak balık''

21 Mayıs 2010 Cuma

sosyal supap projeleri...

altımızdaki balon şişiyordu
kapalı karanlıklar üzerinden
birkaç şimşek geçiyordu
uçurum , yerdeki yaranın ucu muydu ?
manzara buydu
bir hayvanın yüzünü gördüm

muntazam elbiseleri derinliklerin
kımıltısız gemi çapaları
öfkesizler , koma sesler , sütleğenler
supaplarını pazarlayarak dağıldılar

tam da patlayacaktı
ve ramak kalmıştı...

balonun havası alındı
şimdi , bir panik noktası koyabiliriz ortaya .


''elif sofya''

romani...

20 Mayıs 2010 Perşembe

mâşallah sana !...

mâdemki aldın şu pasaportu
çin'e gitmeliydin gidince
viyetnam'a kore'ye küba'ya gitmeliydin
kapı komşundu arap
arap'a gitmeliydin
geldin de bu ''doyçland über alle''ye
geldin de ne bok yedin
ulan hasan hüseyin
a benim gerikalmış düdüğüm !

yedin domuz etini
yedin domuz etini
çektin sarı birayı
çektin sarı birayı
bakıp bakıp sarı tombul bacaklarına alman kızların
kucakladın kuştüyü yatakları
terlettin geceleri
ulan hasan hüseyin
a benim gerikalmış düdüğüm !

şunun adı fabrikadır
anladın mı düdüğüm
şunun adı
kömür demir ocağı !
şunun adı otobandır
anladın mı düdüğüm
şunun adı yapay orman
şunun adı ulusal park
anladın mı düdüğüm
şunun adı şıvarsvald !
şunlar da bizimkiler
kırşehie'den ali osman
sivas'tan haydar
geldin de bu ''doyçland über alle''ye
geldin de ne bok yedin
ulan hasan hüseyin
a benim gerikalmış düdüğüm !
bu gurbetlik
bu özlem
oralarda yok muydu ?


''hasan hüseyin korkmazgil''
''koçero vatan şiiri'' adlı kitaptan

19 Mayıs 2010 Çarşamba

karada ölüm yok !...




''kardhula mu diyor ,
senin burnunun sahibi yok
oysa muhakkak
ellerin bir yerden alınmıştır
kim bilir belki bir kuşun yüreğinden...''


''lepistes''

pan's labyrinth soundtrack...




albüm için link
rar şifresi(key) : hamsi

alternatif link
rar şifresi : sisedekibaliklar

melodiler...

01 - long , long time ago
02 - the labyrinth
03 - rose , dragon
04 - the fairy and the labyrinth
05 - three trials
06 - the moribund tree and the toad
07 - guerrilleros
08 - a book of blood
09 - mercedes lullaby
10 - the refugee
11 - not human
12 - the river
13 - a tale
14 - deep forest
15 - vals of the mandrake
16 - the funeral
17 - mercedes
18 - pan and the full moon
19 - ofelia
20 - a princess
21 - pan's labyrinth lullaby

mayıs ayların gülüdür...

''imkânsız şey şiir yazmak
âşıksan eğer
ve yazmamak
aylardan nisansa''


insanı bir hüzünden alıp bir başka hüzne sevkeden , kül rengi bulutlarını da alıp , yaşamımızdan eksilen herşey gibi , bizleri bir parça mahzun bırakarak , terkedip gitti ; orhan veli'nin dizeleriyle başka türlü anlamlar yüklediği nisan ayı...

ve ayların gülü mayıs , cam gibi mavi gökyüzünün altında , doğanın binbir rengini birbirine katarak geliverdi . sabahleyin penceremin dibinde şakıyan , müjdeci kuşların cıvıltısı , baş döndürücü güzellikteki günlerin , başladığını anlatıyor bana . sizi bilmem ama inanın benim içimde , çiçekler açıyor şimdi . tıpkı sabahattin ali'ninki gibi , coşku dolu içim...

''mayıs ayların gülüdür
taze bir çiçek dalıdır
içerim ateş doludur
mayısta gönlüm delidir''

uslanmak bilmeyen divâne gönlüm , dünyanın her yerinde bir baştan bir başa kızıla kesmiş alanlarda ; ''hayır ! başka bir dünya var , başka türlü bir hayat mümkün'' itirâzını yükseltenlerle birlikte karşılamak istiyor mayısı . bu isteğim , iç burkan anılar geçidine dönüşüyor birden...

bir zamanlar ne kadar da çoğaltmıştık umudu , sevgiyi , savaşsız , sömürüsüz bir dünya hayâlini... o vakitler , umut dolu düşlerle dolup taşan , ne kadar çok yürektik... umudumuzu özlemimizi haykırmak için , nasıl da coşkuyla koşardık alanlara , elele , omuzomuza , yürekyüreğe... 76'da zincirlerini parçalayan posterdeki emekçi gibi devleşen yüreğimiz , 77'de nasıl da kavrulmuştu onulmaz bir acıyla... tanrım , ne büyük acıydı o , ne büyük can kırımıydı !... eylül karanlığına değin her yıl , acımızı içimize gömüp , inadına nasıl da doldurmuştuk alanları... o karanlık günlerde alanlara çıkamamıştık belki ama , ''bizim radyo''nun cızırtıları arasında derlediğimiz bildirileri , eldenele dağıtmaktan da bir adım geri durmamıştık...

''yeşil dağlara göçülür
kızıl şaraplar içilir
yârim dökülüp saçılır
mayısta gönlüm delidir''

ne kötü bir tesâdüf... taze bir bahar dalı gibi yeni sürgün vermeye başlamış üç fidanı darağacına gönderen barbarlıkla , hıdrellez bereketi aynı güne rastlamasa ; ah nasıl isterdim , tanrı'nın sunduğu ab-ı hayattan içip , mutlu yarınlar adına gül dalına ipler bağlamayı...

ah o yeşil parkalı delikanlı , o yiğit bakışlarıyla bir karabasan gibi girmese düşlerime ; hıdrellez'i karşılamak için , ırmak kenarlarına inen ceylan bakışlı genç kızların eğlencelerine dâhill olup , harmandalı oynamayı , nasıl isterdim...

''göklere karşı yatılır
dertlerimiz unutulur
eski sevgiler atılır
mayısta gönlüm delidir''

bir de -belki de en çok- ne isterdim biliyor musunuz ? 2000'li yılların 19 mayıslarında , şükran duygularıyla bayrak sallayan değil de ; ''yeni bir ülke , yeni bir toplum'' şiarıyla yola çıkıp , ülkeye bambaşka umutlar içine sürükleyen , 1900'lü yıllardaki hayâlperestlerin arasında olmak... onlarla özgürlük düşünü çoğaltmak , bir baştan bir başa yaymak , gerçek kılmak dahası... eski cihanda , yeni bir ülkeyi , yaratmak yeni baştan... yarınlara umutla yönelen milyonlardan biri olarak , denizlenen coşkuların içinde yer almak... sözün kısası dostlar , umut eden , özgürlük ateşiyle yanan değil ; umudu , özgürlüğü yaratan olmak isterdim , sizin anlayacağınız .

''yumuşak rüzgârlar eser
çimenlerde yârim gezer
yanılır , bana gülümser
mayısta gönlüm delidir''

bir kadim söz kalmış aklımda , ''kâlbim , bu 1 mayıs'ta , bütün maydanlarında dünyanın'' gibi bir şey... bu 1 mayıs'ta , kâlbim en çok ; ''tamam bitti artık'' derken , umudu yeniden dirilten , istanbul sokaklarında attı benim...


''dülger balığı''

18 Mayıs 2010 Salı

yüzünü dökme küçük kız...




''akdeniz çikliti''

kırmızı bir gece...

kırmızı mutlu bir gece sıcak sarmalarken her yanı kendimleyim huzur içinde aaa ! bir de o koca posterlerdeki işçiler . odadalar , yüzbin belki daha fazla kişiyiz . nasıl sığıyorsunuz o odaya dersen ? bilmem ki hepimiz sığıyoruz ve de çok mutluyuz , gülüyor yüzümüz , keyifle çayımızı yudumluyoruz ve bahsediyoruz birbirimize geçmişten ve de gelecekten . sade umutlu değiliz artık huzurluyuz da . yüzümüzde geçmişin izleri . neler yaptık diyoruz biz birbirimizi bulmadan önce . hep bir ağızdan cevap geliyor : hiç belki sade aradık . yüzbin belki binlerce kişi sade aradık . ama bulduk işte hiç gecikmeden hem de .

sıcak kırmızıya boyuyor odayı . sonra kırmızı yüzlerimize bulaşıyor , her yer kırmızı... bu ne güzel ne canlı bir kırmızı , işçiler sanki koca güçlü elleriyle odaya indirmiş gibiler güneşi . parlıyor güneş ve gene kırmızı . insan keyiften ölür mü bilmem ama bu odada bu güzel kalabalıkla , keyiften ölmek üzereyim . ama ne gerek var canım neden ölelim ? sahi , yapacak o kadar çok şey varken , laf işte benimkisi . böyle bir keyfi , bir de dünyanın en büyük işlerini küçük ama güçlü elleriyle hâlleden arkadaşımın evinde , güzel gözlü cevriye hanımın mırıltılarıyla yaşadım . eğer mutluluğun bir sesi varsa , o da cevriyenin mırıltısıdır diye düşündüm sonraları hep . ve de bir rengi varsa o da kesin kırmızıdır . işçilerin güçlü elleriyle odaya indirdikleri o güneşin rengi , başka sesle tanımlanamaz .

belki abidin resmini yaparken cevriyenin mırıltılarını , kırmızıyı düşünmüştür . kim bilir belki kendine şöyle seslenmiştir : ''mutluluğun bir sesi var ve de bir rengi tuvalde . belki sade kırmızı olsa ama canlı bir kırmızı'' herkes resmi gördüğünde anlasa sonra bu mutluluğun resmi...


''rina''

17 Mayıs 2010 Pazartesi

dilekçe...

o şarkıları hep birlikte söylememiş miydik ? mutlu olmak varken diye geceleri , geceler dayandıkça kapımıza birlikte omuzlamamış mıydık dünyanın yükünü ? hatırladınız ; hatırladınız ya . geceleri başımız sıkışsa , bir diğerimizin değil miydi çalınan kapı ?

ne diyordu edip cansever :

''ne gelir elimizden , insan olmaktan başka''

ölmemek , delirmemek için bir başka insana koşmuyor muydu sait faik ; vapurun içinden . yanlış mı hatırlıyoruz yani biz ? içerken , körkütük sarhoşken , bir başka insana yazılan aşk şarkıları ağlatmıyor muydu hepimizi ? kimi zaman değil miydi üzüldüğümüz ; suya düştüğünden , kanatları birbirine yapışıp uçamayan sinek . hiç burkulmamış mıydı yüreğimiz televizyonda ya da radyoda duğduğumuz , hiç tanımadığımız günlerce uzaktaki insanların acılarına . yapmayın arkadaşlar . değil miydik çokça zaman önce aynı mahallede aynı masalları anlatan . yapmayın , gün gibi hatırlıyoruz işte . hepimizin yok muydu öyle akşamları sahi ?

''kapıdan girince anasına sarıldığı . çocuklara karamela ve çekirdek getirdiği''

peki , neden şu güzel günlerinde dünyanın , boğazlamaktasınız bizleri ? neden acaba gencecik insanların yüreğini yedirmektesiniz aç akbabalara ? yapmayın bayanlar baylar ; yapmayın . ''ölmek daha kolaydır sevmekten , yaşamaya katlanmam'' derken aragon , anlatmıyor muydu insanın direnerek bu günlere geldiğini ?

ölmeyi değil sevmeyi tercih etmişti insanlar . öyle olmasaydı kalır mıydık bu güne kadar ? ''dökülen ter . dökülen gözyaşı . dökülen kan bunca yitik ülkü üzerine'' değil miydi ? sınırların karşımıza çıkamayacağı bir dünya mümkün değil midir halâ bu sonsuz ovalarında dünyanın . kimsenin kimseden daha çok karnının doymadığı bir evren kuramaz mıyız halâ bunca meyvesine rağmen ağaçların ?...

''çiçekleri yemeyin !'' ne olur yemeyin artık çiçekleri .


''şişedeki balıklar''

14 Mayıs 2010 Cuma

çizgilerle değişen dünya...

''insanların kendi geçmişlerinden keyifle ayrılabilmesi için gülmece gereklidir''

''karl marx''


dünyayı çizgilerle değiştirme sanatıdır karikatür . bir hiciv sanatı olarak çizerin kalemiyle söylemek istediklerini anlatabilmesi , diğerlerine dünyayı kendi çizdiği pencereden baktırabilmesidir . karşı çıktığını , benimsemediğini , kendi doğasına aykırı olanı ifade ettiğini çizgilerle yansıtan karikatüristler bunu çizgilerine mizah katarak yaparlar üstelik . kâğıdın üzerindeki tüm çizgiler birer imgeye dönüşür böylelikle . daha önceden resmini gördüğünüz ya da kendisiyle hergün sokağınızın başında karşılaştığınız kedi artık bi kediye benzemeyebilir . çizerin elinde yeniden dünyaya gelen kedi , artık çizerin hayâl dünyasının gölgesi , izdüşümüdür . hayatın hayatla bağdaşmayan gülünç yanını dev aynasında yansıtır bize çizerler . çizgilere baktıkça onların gözünden görebiliriz dünyayı .

karikatürün tarihi çok eski çağlara dayanır . yapılan arkeolojik kazılarda karikatürün paleolitik çağa dek indiği tespit edilmiş ; kazılarda bulunan bu çizimlerin , taş ve duvar gibi yerlere yapıldığı ortaya çıkmıştır . insanların ve figürlerin abartı yoluyla ilk çizimleri ise 16. yüzyıla rastlar . ancak bugün anladığımız anlamda karikatür , 17. yüzyıla doğru gelişme göstermiştir . fakat dünyanın birçok yerinden feodalizm ve köleliğin gerici uygulamaları olduğundan , bir hiciv sanatı olan karikatür bu yüzyılda daha çok bir figürü resmetmek amacıyla kullanılmıştır .

karikatürün konularından biri de dünya düzenleri ve bu düzenlerin yöneticileridir . siyasi konuları içeren hiciv 18. yüzyılda olgunlaşmaya başladı . ingiltere'de hannover hanedanıyla jakobitler arasındaki ilişkiyi anlatan çizimler ilk siyasi karikatürlerin arasında yer alır . aynı şekilde 18. yüzyılda yaşayan ispanyol ressam goya'nın da bu alanda önemli karikatürleri bulunmaktadır .

gazetelerde karikatürün ilk defa kullanılması ise 1831 tarihinde fransız ressam charles philipon'un kurduğu ''la caricature'' gazetesiyle gerçekleşmiştir . fransa'da da , ingiltere'de olduğu gibi aydınlanma çağının düşünceleri özgür bırakmasından bir süre yararlanılabildi , ancak 1835'ten sonra louis-philippe tarafından siyasal nitelikli karikatürler yasaklandı .

osmanlı döneminde karikatür ise , 1870 yılında yılında ''teodor kasap''ın yayımladığı ilk karikatür dergisi olan ''diyojen'' ile başlamıştır . ancak 2.abdülhamit zamanında yönetimin gerici uygulamaları yeni çıkan karikatür dergilerini engellemiş , engellemediklerinde ise eleştiri ağırlıklı mizahı yasaklamıştır .

karikatür sanatı çizgilerle dünyanın tarihini not etmiştir . dünyadaki en önemli yaşananlar her zaman karikatürlerle tarihe geçmiştir . dünya değişirken karikatürler bu değişimleri tüm gerçeklikleriyle insanlara sunmuştur . komünizm hayâleti coğrafyaları dolaşırken karikatür sanatı bu gelişmeleri birebir takip etmiş , dünyadaki köklü değişikliklerin içinde yer almış , katkı sunmuş ve dahası , aynı zamanda acımasızca eleştirmiştir de .

rusya'da çarlık döneminde karikatür sanatı yasaklı hattâ başka ülkelerde yayımlanan karikatür dergileri de ülkeye ahlâkı bozdukları gerekçesiyle alınmıyorlardı . ancak 1808 yılında ilk karikatür dergisi venetsianov tarafından yayımlandı ve 18 gün içinde toplatılıp yasaklandı . daha sonra ''iskra'' adlı siyasi gazete ülkeyi yönetenlerin karikatürlerini yayımladı . ancak bu karikatürler daha çok rusya'yı yönetenlerin resimlerini içermektedir .

rusya'da eleştirel bir bakışla ilk yayımlanan karikatür gazetesiyse ''zritel''dir . ''satirikon'' ise yayımlanan ikinci karikatür dergisiydi . ancak bu gazete o dönemde rusya'da yaşanan sosyalist hareketi onaylamıyor ve çarın yanında yer alıyordu . 1917 ekim devrimiyle birlikte bu dergi kapatıldı . burada çizen yury pavlovich annenkov kısa bir süre sonra devrimin yanında yer alarak lenin ve troçki ile çalışmış ; sosyalist devrime destek olmuştur . troçki'nin başkomutan olarak giydiği giysiyi tasarlayan kişi de annenkov'dur .

rusya'da pravda adlı gazete bir dönem içinde karikatüristlere yer verdiyse de ekonomik koşullar nedeniyle çizerlerin işlerine son verildi .

mayakovski ve bedny , moskova sosyal demokratlarının takip ettiği salaviç ve leningrad'ta ''giyotin'' adlı karikatür dergilerini yayımladılar ancak yine ekonomik sebepler nedeniyle bu iki dergi de devam edemedi .

karikatür , rusya'daki sosyalist devrimi ''dünyaya açılan pencereler'' ile destekledi . okuma yazma oranı çok düşük olan rusya'da rotsa adlı örgütün hazırladığı duvar afişleri karikatür şeklindeydi . böylelikle halk bu duvar karikatürlerinden bilgi sahibi oluyordu .

sovyetlerde en uzun süreli karikatür dergisi ''krokodil''dir . bu dergi işçi gazetesi olan raboçi'ye bağlıydı . daha sonra ise pravda'ya bağlandı . 1929 yılında parti merkez komitesi bu dergileri şiddetle eleştirdi . böylelikle krokodil yukarıdan gelen talimatlarla çizimlerini sürdürmek zorunda kaldı . çünkü karikatür dergileri ekonomik sebepler nedeniyle tek başlarına varlıklarını sürdüremiyorlardı ve ancak bir gazetenin himayesinde çıkabiliyorlardı . üstelik bu dönemde modern çizimler yapmak burjuva yanılgısına düşmekti . ancak klasik çizimler yapılabilirdi . tüm sanat dallarında olduğu gibi karikatürler de ancak partinin istediği gibi olmak zorundaydı . karikatür , partinin ve bürokrasinin elinde hiçbir hicvin izin verilmediği , yalnız övgü içeren çizimlerin yayımlandığı bir propaganda aracına dönüşmüştü .

sovyetlerde 1929 tarihinden itibaren içi boşaltılmaya başlanan sanatın sovyetlerin son dönemlerinde ne hâle geldiğini anlamak için kruşçov'un şu sözlerinden alıntı yapıyoruz :

''gülmece keskin bir usturaya benzer , anneler çocuklarına kesici aletlerle oynamayı yasaklamakta haklılar''

bugün tüm dünyada halâ karikatürlere yasaklar konulmaktadır . çizerlere açılan davalar , düşünce özgürlüğünün önünde barikat konumundadır . diğer sanat dallarında olduğu gibi muhalif sesler hemen kısılmakta , burjuvazinin rahatını tedirgin eden sanatçılar ise tehdit altında yaşamlarına devam etmeye çalışmaktadırlar . son örneklerini türkiye'de de yaşadığımız bu olaylar , sanatın durduğu yeri anlamamız açısından kolaylık sağlıyor . musa kart ve...


çizdikleri karikatürlerin mehkemelik olması söylentileri gösteriyorki , ne burjuva demokrasileri ; ne de bürokratik yönetimler sanatın yaşamına izin vermemekte , yalnız kendi çıkarlarına uygun olarak onları kullanmaktadırlar . ancak yoksul halkların kurduğu , hiçbir sınıfın mevcut olmadığı sınırsız bir dünyada sanat hakettiği değeri bulacaktır .


''lepistes''

12 Mayıs 2010 Çarşamba

hitler'e...

tankınız ne güçlü ne güçlü
yüz insanı ezer geçer
ama bir kusurcuğu var
sürecek insan ister

uçağınız ne güçlü ne güçlü
fırtınadan tez gider filden zorlu
ama bir kusurcuğu var
insan ister başında

insan neler yapar neler yapar
bilir uçmasını öldürmesini
ama bir kusurcuğu var
bilir düşünmesini de


''berthold brecht''

birleşin...

çıktı bir gün bir aydın sakalları arasında saklanmış ağzıyla konuştu işçilerle anlattı gerçeği dedi ben memnunum hâlimden ama üzüyor beni s...