14 Mayıs 2009 Perşembe

çoban ve karınca...

yaz düşer sessizliğe…

bozkırın ortasında yaşam bu mevsimde usulca akar. sessizlik, kimsesizlik kilometrelerce alana yayılmış . kimileri için özgürlük, kimileri için de bir sıkıştırılmışlık duygusu yaratır . dağların sarı toprakla birleştiği yeşilin de neredeyse kaybolup gittiği bir coğrafya…
kuşlar bile uğramazken birileri için bir bardak çay olur bu sessizliğin uğultusu. içilir yalnız başına… yakılan ateş günlerce sıcak kalır. soğan kabukları, bir parça peynir, sigara izmaritleri…

kaynağı belli olmayan bir rüzgar düşer bozkıra. üşütmez . bozkıra soğuk değmez olur bu mevsimde. usulca toplanır keçiler. ormanların yıllar önce belki bir savaşın ardından ya da bir fırtına sonrası yok olduğu bozkırda, keçiler bir ağaç gölgesi aranırlar, rüzgarın ardından. kayalardan atlarlar. keçiler en çok tuza bayılırlar sonra da kayalara. sonra öğle sıcağı saklandığı yerden çıktığında iyice hareketsiz kalırlar. hırsız gürsüz çökerler cılız bir gölgenin altına.
sonra usulca değneğini elinden indirir çoban, yorulmuştur. bazen o kadar koşar ki keçilerin ardından öğle sıcağında saatlerce oturduğu yerden kalkamaz olur. ama sever böyle bir yaşamı. sever sessizliğin söylediği eski türküleri. hiç okul okumamıştır. küçük köyünden başka hiçbir yere gitmemiştir. öylece, bozkırdan bir yaşamın ortasında merak duygusuyla hiç tanışmadan küçük kavalıyla yaşamını sürdürür olmuştu. arada bir keçileri bırakarak küçük bir tepeden uzaklardan geçen trene bakardı. birkaç günde bir geçerdi tren, o da bir yılan gibi kıvrılan karartının hareketiyle eğlenirdi. hiç düşünmezdi o trenin nereden gelip nereye gittiğini. ya da içinde birileri var mı varsa da böyle sürekli neden bir yerlere gidiyorlar diye de sormazdı. bu bozkırın dışında başka bir yaşamın olduğuna da inanmazdı. dünya ona göre bu bozkırın ortasıydı. bütün bu sorulardan uzak trenin usulca tüten dumanı, bir tünelin ucunda kaybolurdu. ve küçük kutlama sona ererdi...

öğle sıcağında keçiler bir gölgeye çekildiklerinde o da azığını açar tek tek çantasındakileri mendilinin üstüne sererdi. kırmızı bir soğan, bir dilim peynir, haşlanmış yumurta ve bir de bozkıra has kara ekmek. usulca yer tüketirdi önündekileri. sonra küçük bir ateş yakardı hemen yanı başına. bu ateş olup yanan odun kokusuna bayılırdı. derken küçük demlikle çayı koyardı ateşe. çay olana kadar biraz kestirirdi gölgede. demlik sessizliğin ortasında bir cızırtıyla solurdu.
çok geçmeden uyanırdı çünkü çoktan sarılmış olurdu etrafı karıncalar tarafından. her zamanki gibi . dökülen ekmek kırıntıları için gelirlerdi. ve uyandırırlardı istemeden çobanı.
hemen kalkar neredeyse demlenmek üzere olan çaydan bir bardak doldururdu.
tam yudumlayacaktı ki o gün çok garip bir şey oldu.
karıncalardan bir tanesi diğer arkadaşlarından ayrılmış hiçbir işe karışmadan öylece çobanın kucağına oturmuş düşünüyordu. çoban iyice şaşırmış olacak ki elindeki çayı bırakıp ona doğru eğildi.
“sen neden çalışmıyorsun” diyerek onu kucağından aşağı indirdi.
fakat ekmekleri, peynir parçalarını yüklenen karıncalara hiç bakmadan çobana da cevap vermeden öylece durdu olduğu yerde. hiç kımıldamadan bekledi. çoban yüz bulamamanın utangaçlığıyla ilgisini çekti karıncadan. günler böyle gelip geçerken bozkırın ortasında, çoban birkaç gün aynı karıncayı gene hiç çalışmadan beklerken gördü. diğerleri sert bir kış için hazırlık yaparlarken o öylece durur düşünürdü. çobanın bütün ısrarına rağmen bir türlü konuşmaz bir yere de kıpırdamazdı. akşama doğru bütün koloninin ardından yuvasına çekilirdi...

birkaç gün sonra yine bir öğle vakti yemekten sonra uyumamış, kavalıyla bir türkünün selamını alıyordu. çay sessizlik içinde kıpkırmızı bir göz gibi parlıyordu. derken karıncalar göründü. “düştüler yollara gene” diye düşündü çoban. bugün sanki diğer günlerden çok daha yavaş hareket ediyorlardı. hem daha azdılar. o yüzden çok zorlanıyorlardı karıncalar yiyecek toplarken. çoban dayanamadı onların bu durumuna, kırıntıları bir yerde toplayıp karıncaları elleriyle yığınların olduğu yere taşıdı durdu. derken o sessiz, o kimseyle konuşmayan, diğerlerinden oldukça farklı olan karıncanın olmadığını fark etti. iyice arandıktan sonra karıncalardan birini eline alarak sordu o karıncayı, kimse bir şey söylemiyordu. sorduğu her karınca başını önüne eğip arkasını dönüyordu.

akşamın karanlığına yaklaşırken karıncalar usulca ayrılmaya başladılar. çoban meraktan çatlayacaktı. son karıncalarda giderken birini durdurdu.
yalvardı “ne olur” dedi “nerede ?…” karınca işte orada daha fazla dayanamayarak ağlamaya başladı.
göz yaşları çobanın elini ıslatıyordu. hıçkırıklarla anlatmaya başladı ; ''o artık yok öldü öldürdü kendisini daha fazla katlanamadı yaşamın bu ağır bu katlanılmaz acılarına'' çoban hemen müdahale etti.
“yaşamın neresi ağır. baksana, şu keçilerin tüyleri kadar hafif yaşamak. nefes al göreceksin ne kadar güzel aslında yaşamak. koş, bağır, çağır. dağlara tepelere selam ver, cebindeki soğanı ekmeksiz ye. ya çay?… demlik demlik iç. kim ne diyebilir. nasıl ağır olur yaşamak. söyler misin bana?..
karınca küçük bir sessizliğin ardından şöyle devam etti :

''biz de senin gibi düşünüyorduk . ta ki o buralardan gittiği güne kadar. kolaydı yaşamak. tek işimiz bir yerden bir yere şu senin döktüğün ekmekleri taşımaktı. onun dışında oyunların türkülerin dostluğun içinde öleceğimiz günü bekliyorduk. ama o hayır dedi buna. yaşam sadece bunlardan ibaret olmamalıydı diye düşündü. farklı bir yaşamın izini bulmalıyız sonra başka canlılar başka yaşamlar diyip durdu''
derken bir arıyla tanışmış. arı kafasına sokmuş uçmayı bizimkinin. biliyorsun ya arıların atasıyla bizim atamız ortak… uçacağım, gideceğim başka bir yaşam bulacağım diyerek koloniye uğramaz oldu. duyduk ki eski bir kovanda bal mumundan kanat yapmaya çalışıyormuş . günler sonra bir haber aldık kanadı bitirmiş. ve yanına aldığı üç beş parça heyecanla havalanıp gitmiş buralardan. hiçbirimiz bir türlü anlam veremiyorduk. hatta korkmaya bile başlamıştık. çünkü onun hikayesini duyan diğer karıncalarda bizi terk edebilirlerdi. günler geçti, ayların kollarına yıllar bağlandı. bir gün bundan birkaç ay önce koloninin kapısında kanatlarıyla bekler bulduk, geri dönmüştü. zayıflamış, korkmuş neredeyse ölüm onu kollarına almıştı. bizi görünce toparlandı ve kanatlarını hepimizin bütün bir koloninin önünde yaktı. konuşmadı kimseyle, günlerce aylarca sustu. konuşur sandık eskisi gibi, aramıza katılacağı günü bekledik. ama hiç de öyle olmadı. dün ebediyen sustu yaşamı. bir kağıt bırakmış neden geri döndüğünü kısaca anlattığı. şöyle yazıyor :

''evet farklı bir yaşam buldum, buradan çok farklı. nasıl mı? farklı. çocuklar ölüyorlar bir coğrafyada hem de küçücükken. silahlar, bombalar, yıkım, ağlayanlar , aç sefil çaresiz hastalıklardan ölen insanlar. sonra sadece insanlar değil hayvanlar kuşlar böcekler karıncalar ölüyorlar. kimyasallar, bombalar , salgınlar bir de deniz çoktan göçmüş”.

işte bunları yazmış. neden geri döndüğünü neden kanatlarını yaktığını şimdi hepimiz daha iyi anlıyoruz. o bizler için gitti buralardan ama bir dünya için yapılması gerekenleri göğüsleyemedi tek başına ve bu ağırlığa daha fazla dayanamadı. ve artık o yok, bir şeyler yapılmazsa biz de sen de , bu dünya da ortadan kalkacak. işte bu nedenle bugün biraz daha azız. arkadaşlarımız gittiler. bizde gideceğiz…

çoban karıncayı elinden bırakarak o küçük tepeden trene bakmaya gitti.
günler güneşle geçinirken birkaç gün sonra son karıncalar bozkırı terk ederken çobanı ve keçileri göremediler. gidenler dönmek için gitmediler. bir dünya var önümüzde yaşanılası.


''crispos japon balığı''

Hiç yorum yok:

birleşin...

çıktı bir gün bir aydın sakalları arasında saklanmış ağzıyla konuştu işçilerle anlattı gerçeği dedi ben memnunum hâlimden ama üzüyor beni s...